Aetheris: Kaosun Tahtı (TÜRKÇE-TURKİSH)

Chapter 33: Bölüm 33 – Yıkılan Temeller



Gallant kampı alevler içinde çırpınırken, Morgana ve Jaksen nihayet savaş alanına gelmişti. Morgana'nın gözleri hızla savaş alanını tarıyordu. Kaosun içinde bir düzen görmeye çalışıyordu ancak gördüğü kadarıyla geç kalmıştı. Düşmanları hedeflerini tamamlamış, artık geri çekilmek için son hamlelerini yapıyordu.

Ancak Morgana onları kolayca bırakmaya niyetli değildi. Kılıcını kaldırdı ve güçlü sesi savaşın gürültüsünü delip geçti:

"Lejyon! Konum alın! Hiçbirini sağ bırakmayın!"

Gallant ordusu, anında hareketlendi. Askerler saflarını sıkılaştırarak hızla toparlandı. Baskına rağmen dağılıp kaçmamışlardı, çünkü onlar savaş meydanında yetişmiş bir lejyondu. Böyle bir baskınla bozguna uğramazlardı.

Bu noktada artık kaos sona ermiş, gerçek savaş başlamıştı.

Morgana'nın gözleri, savaş meydanının kaosunun içinde durmaksızın hareket eden siluetleri tarıyordu. Fakat bir tanesi, diğerlerinden belirgin şekilde ayrılıyordu.

Zırhının üzerinde Renoire'in eski hanedanlık armasını taşıyan iri bir adam… Bir zamanlar Gallant'a meydan okuyan krallığın bir şövalyesi, şimdi ise isyancıların komutanıydı.

Adam dimdik duruyordu. Kılıcını rahat ama bilinçli bir şekilde kavramıştı. Etrafında dalgalanan aura, havayı titretiyor, yerin bile hafifçe çatlamasına sebep oluyordu. Bu, sıradan bir savaşçı değildi. Gerçek bir savaş generaliydi.

Morgana gözlerini kıstı. Sıradan biri değil diye fark etti.

Adamın bakışları onunla kesiştiğinde, ikisi de tereddüt etmeden harekete geçti.

İki savaşçı, birer mermi gibi birbirlerine fırladı. Morgana'nın kılıcı, altın renkli aura ile parladı; Renoireli komutanın kılıcı ise kan kırmızısı bir ışık yayarak titreşiyordu.

Ve sonra, çelik çeliğe çarptı.

BOOM!

Çarpışmanın gücü, savaş meydanının ortasında bir patlama etkisi yarattı. Şok dalgası, tozu ve külleri havaya savurdu, etraftaki askerler yere yuvarlandı. Bazıları dengesini kaybedip geri çekilirken, bazıları dövüşü korku dolu gözlerle izledi.

Morgana, hızını ve tekniğini kullanarak saldırılarını sıklaştırdı. Kılıcı, şimşek gibi parlayarak rakibine ölümcül darbeler savurdu. Ancak Renoireli komutan da boş değildi. Adamın savunması sarsılmazdı. Aura kaplı kılıcıyla her saldırıyı ustalıkla karşıladı, bedenini kullanarak darbe yönünü değiştirdi, her hareketi hesaplıydı.

Morgana, adamın dengesini bozmak için hızını artırdı. Bir an içinde kılıcıyla üç farklı saldırı yönlendirdi; biri yukarıdan, biri gövdeden, biri ise aşağıdan. Ancak adam hepsini ustalıkla savuşturdu ve ani bir karşı hamleyle kılıcını aşağıdan yukarıya savurdu.

Swoosh!

Kırmızı aura dalgası, havayı yırtarak Morgana'yı geri adım atmaya zorladı. Ama geri çekilmedi. Vücudunu yana çevirerek saldırıyı kıl payı atlattı ve karşılık verdi. Kılıcını savurduğunda, aura bir bıçak gibi uzayarak adamın omzunu sıyırdı. Kan, kalkan gibi yayılan kırmızı auraya rağmen dışarı sıçradı.

Renoireli komutan dişlerini sıktı. Ama geri çekilmedi.

Morgana gözlerini daralttı. Bu adam, doğrudan bir ölüm kalım savaşı vermiyor. Sadece oyalanıyor, onun gücünü tartıyor gibiydi.

Bir anda Renoire'li komutan aurasını genişletti.

BOOM!

Yerin altı çatladı. Çevredeki cesetler bile bir an için havaya savruldu. Aura dalgaları rüzgâr gibi eserek Morgana'nın üstüne çöktü. Fakat Morgana, dengesini kaybetmeden aurasını genişleterek karşı koydu.

İki kudretli savaşçının auraları havada çatışırken, toz bulutu savaş meydanının yarısını kapladı.

"Demek Gallant'ın ünlü Generali Morgana bu kadar hızlı." Adamın sesi, savaş alanının gürültüsüne rağmen Morgana'nın kulaklarına ulaştı.

Morgana, buna cevap vermedi. Ancak içinden geçen düşünceler, savaşın temposunu gölge gibi takip ediyordu. Aria hakkındaki gizemler, Aries ile bağlantısı, Ariesin kuzeye neden geldiği ve bu isyancıların Aries'in emriyle mi saldırdığı gibi düşünceler, dikkatini dağıtıyordu.

Tam o sırada, adam sol elini kaldırdı ve hızla ileri savurdu. Aniden kan kırmızı bir aura bıçağı havayı yırtarak Morgana'ya doğru fırladı. Saldırıyı fark etmesiyle birlikte yan tarafa sıçradı ancak bıçak, zırhının kenarını yalayarak geçti. Metal çatırdadı, küçük bir parçayı kopardı.

Morgana dişlerini sıktı. Eğer tam gücüyle saldıracaksa, o da karşılık vermeliydi.

Kılıcını kavradı ve bir nefes aldı. Sonra, altın aura kılıcının etrafında bir girdap gibi dönmeye başladı. Aura, kılıcın ucundan dışarı sızarak uzun, devasa bir kılıca dönüştü.

İlk defa, Renoireli komutanın ifadesi biraz değişti.

Morgana, yere sağlam basarak kılıcını iki eliyle tuttu ve tüm gücüyle ileri savurdu.

"Hah!"

Aura kılıcı, havayı keserek adamın savunmasını delmek üzere ilerledi. Ancak Renoireli komutan, ani bir adımla yan tarafa sıçradı ve saldırıdan kaçındı. Ancak kaçınmak yetmemişti; kılıç, yere çarptığında devasa bir patlama yarattı.

Toprak parçalandı, bir çukur açıldı ve etraftaki askerler sarsıntıyla geriye savruldu.

Renoireli komutan, elini sol omzuna götürdü. Kılıcının omzunu sıyıran kısmına dokunduğunda eline kan bulaştı. Bir süre Morgana'ya baktı, sonra hafifçe gülümsedi.

"Etkileyici."

Ama sesi tamamen soğuktu.

Morgana tekrar saldırıya geçmek üzereydi ki, adam birdenbire geri çekilmeye başladı. O an fark etti: Bu bir zaman kazanma çabasıydı.

Savaşın ortasında oyalanıyor, ama bir yandan da emirleri bekliyordu.

Ve o an Durhain'den emir geldi.

"GERİ ÇEKİLİN!"

Renoireli komutan hafifçe gülümsedi. Kılıcını kaldırıp Morgana'yı selamladı. "Tekrar görüşeceğiz, General."

Ve o an, aurasını yayarak geriye doğru sıçradı. Düşman askerleri hızla geri çekilmeye başlamıştı bile.

Morgana dişlerini sıktı. Daha bitmedi diye mırıldandı.

Morgana'nın savaş meydanında öfkesi hâlâ kaynarken, biraz ileride bambaşka bir düello yaşanıyordu.

İmparatorluğun kahramanı Jaksen ve Renoire'in asiler lideri Durhain, dumanlar ve alevlerin ortasında, ölümcül bir dansa başlamışlardı.

Jaksen, gözlerini Durhain'e dikti. Adam, gölgeler içinde neredeyse bir hayalet gibi hareket ediyordu. Hafif. Sessiz. Ölümcül.

Aura kullanıcıları büyü yapamazdı ama mana ile bedenlerini güçlendirebilirlerdi. Ve Durhain, bunu sanat haline getirmişti.

Jaksen, rakibinin tehlikeli olduğunu ilk hamlede fark etti ama geride durmak ona göre değildi. Önce saldıran kazanırdı.

Kılıcı, ışık hızıyla savruldu.

Ama…

Durhain, adeta rüzgârın içinde süzülür gibi yana çekildi. Hiç zorlanmadan, en ufak bir çaba sarf etmeden Jaksen'in kılıcını boşa düşürdü. Saldırı hedefine ulaşamamıştı.

Ve sonra, karşı saldırı başladı.

Bir anda Durhain'in aurası patladı.

BOOM!

Yer çatladı, toprak parçalandı. Etraflarındaki külleri ve tozları savuran bir enerji dalgası, Jaksen'e doğru çarptı.

Sadece basit bir adım atmıştı.

Ama o adımla gelen baskı, Jaksen'i geri çekilmeye zorladı. İçgüdüleri hızla devreye girdi ve havaya sıçradı.

Ama Durhain daha hızlıydı.

Havayı yırtan bir aura saldırısı, şimşek gibi Jaksen'in önüne düştü. Jaksen gözlerini genişleterek kılıcını kaldırdı ve gelen darbeyi savuşturdu.

BAM!

Ama beklemediği bir güçle karşılaştı.

Sarsıldı.

Vücudu geriye savruldu, ayakları yere sürüklendi. Dengesini kaybetti ama düşmedi. Gözleri hızla rakibini taradı. Bu adam, benimle oyun mu oynuyor?

Durhain hafifçe gülümsedi. "Gençsin."

Adeta iç geçirir gibi konuştu. "Güçlü ama tecrübesizsin. Yaşına göre bu seviyede olman inanılmaz."

Jaksen'in içi öfkeyle kabardı. Savaştaydı. Düşmanı ona küçümseyerek bakıyordu.

Bu düşünce, Jaksen'in sinirlerini daha da bozdu.

Öfkesini bastırmadı. Bir adım attı. Bu kez tüm gücünü kullanarak saldırdı. Kılıcı, ışık gibi parladı.

Zihninde tek bir düşünce vardı: "Beni küçümseme."

Durhain, gelen saldırıyı gördüğünde hafifçe kaşlarını kaldırdı. Kılıcını kaldırarak darbeyi karşıladı ama ilk defa geri adım attı.

Jaksen üstünlüğü ele geçirdiğini hissetti.

Vuruş, vuruş, vuruş!

Her saldırı, bir öncekinin devamıydı. Jaksen hızlandı.

Ama Durhain hâlâ sarsılmıyordu. Soğukkanlı. Dikkatli. Ama geri çekiliyordu. Ve sonunda fırsatı buldu. Bir anda rakibinin saldırı desenini çözdü. Açık vermesini bekliyordu. Ve o an geldi.

Durhain, kılıcı aniden yana çekti ve saldırı akışını bozdu. Jaksen'in göğsü bir anlık açıkta kaldı. Durhain eğildi.

Ve bam!

Dizini kaburgalarının tam altına geçirdi.

Jaksen'in nefesi kesildi.

Ciğerleri bir anlık boşalmış gibi hissetti. İçine çarpan güç, bir balyoz darbesi gibi vurmuştu.

Dizlerinin üzerine çöktü.

Şok içindeydi.

Durhain ise ona baktı. Bir an için, gerçekten bir an için tereddüt etti. Ama o an, ona ihtiyacı olan zamanı sağladı.

Tam o sırada Renoireli komutan, Morgana ile olan düellosundan sıyrıldı. Kendi aurasını geniş bir dalga halinde serbest bıraktı.

Şok dalgası Morgana'yı geriye çekilmeye zorladı.

Jaksen tekrar ayağa kalkmaya çalıştı, ama vücudu ona ihanet etti. Kaburgalarına oturan darbe, kaslarını felç etmişti.

Durhain gözlerini Jaksen'e dikti. "Burada ölmeni istemiyorum, çocuk." dedi. Düşmanı da olsa, potansiyeli olan bir genci öldürmek, Durhain gibi yaşlı bir kurda yakışmazdı. Kendi zamanı dolmuş olabilirdi, ancak bu çocuğun geleceği parlaktı ve potansiyeli sınırsızdı. Böyle bir genç adamın Gallant'a hizmet etmesi ne büyük kayıp diye düşündü.

Sonra, gözlerini uzaklara kaldırdı ve sesi savaşın ortasına yayıldı:

"GERİ ÇEKİLİN!"

Jaksen, nefesini yeniden kazandığında adamın uzaklaştığını gördü.

Büyük bir şokla dişlerini sıktı.

Bu dövüş daha bitmemişti.

 

****

 

Sabahın ilk ışıkları, ormanın üzerine titrek bir gri ışık serpiyordu. Hava hâlâ soğuktu; gece boyunca alevlerin ve kanın arasında geçen çarpışmanın ardından kamp, yanık et ve duman kokusuyla ağırlaşmıştı. Savaşın izleri hâlâ havadaydı. Küller, rüzgârın sürüklediği toz zerreleri gibi savruluyor, kara toprağa karışarak gece boyunca dökülen kanla buluşuyordu. Yanmış çadırların is kokusu, ölü bedenlerin donmuş kasvetiyle birleşerek savaş meydanına ağır bir ölüm sessizliği çökmüştü.

Morgana, ağır zırhının içinde dimdik duruyordu. Rüzgâr, metalin üzerinden geçerken soğuk bir fısıltı bırakıyor, yorgun düşmüş ama hâlâ kudretli olan bedenine işliyordu. Ormana bakıyordu ama aslında hiçbir şey görmüyordu. Gözü önünde uzanan cesetler, dağılmış silahlar, yanmış çadırlar… Bunların hiçbiri onun zihninde bir iz bırakmıyordu. Çünkü asıl savaş, onun içinde sürüyordu.

Gözlerini kısmadan, yüzüne tek bir duygu yansıtmadan öylece durdu. Ayakta olmak, nefes almak, şu an burada olmak bile ona bir irade testi gibi geliyordu.

Arkasında, kan lekeleriyle kirlenmiş zırhı içinde bir subay dimdik bekliyordu. Adam, Morgana'nın bir süre hiç konuşmadığını fark etti ama görevini yerine getirmesi gerekiyordu. Sesini olabildiğince disiplinli ve soğukkanlı tutarak konuştu:

"Destek ve şifa büyücüleriyle beraber saldırı ve savunma büyücülerimizin tamamını kaybettik, General. Bir 6. Kademe büyücü de öldü. Geriye yalnızca iki altıncı kademe büyücü kaldı. İkisi de yaralı ve manalarını tüketmişler. Toparlanmaları birkaç günü bulacak."

Adamın sesi soğuk sabah havasında yankılandı, ama Morgana tepki vermedi.

Büyücüler.

Onlar bir ordunun en güçlü silahıydı. Çoğu lejyonu sıradan askerlerden ayıran şey, bünyesinde bulunan büyücülerdi. Onlar savaşı yönlendiren, savaşın doğasını değiştiren varlıklardı. Ve şimdi… çoğu ölmüştü.

Ancak Morgana için kayıplar arasındaki en önemli grup, büyücüler bile değildi. Şifacılar çok daha değerli ve telafi edilemeyecek kayıptı.

Adam, duraksadı ama Morgana'nın onu duyduğuna emin olarak konuşmaya devam etti:

"Büyücüler haricinde beş yüz civarında adam kaybettik ve bir o kadar da yaralımız var. Kayıplarımızın çoğu baskının ilk anlarında, uyuyan askerler. Ayrıca erzaklarımızın tamamı, depodaki diğer silah ve malzemelerle beraber yandı. Ancak zaten erzaklarımız tükenmeye yakındı ve Larkan'dan yeni erzak temin edecektik."

Adamın sesi, Morgana'nın zihnine ulaşıyor ama o, neredeyse hiç tepki vermiyordu. Düşünceleri çok daha derinlere kaymıştı.

Bu bir hata mıydı?

Savaşı ben mi kaybettim?

Bunu düşünmek bile Morgana için alışılmadık bir şeydi. Otuz yıl. Zafer üzerine zafer kazanmıştı. Gallant İmparatorluğu'nun en genç generali olmuş, en büyük savaşları yönetmiş, canavarları, krallıkları, korsanları dize getirmişti. Ve şimdi ne olmuştu?

Aries.

O adam, her şeyi berbat etmişti. O ortaya çıktığından beri her şey kötüleşiyordu.

Morgana'nın sessizliği, etrafında garip bir ağırlık oluşturuyordu. Subay, bir an duraksadı ama sonra konuşmaya devam etti:

"Genel duruma baktığımızda en değerli kaybımız, şifacılarımız oldu, General. Biliyorsunuz büyücüler zaten nadirken, iyileştirme büyüleri yapabilenler çok daha nadir. Tüm kayıplarımızı telafi edip toparlanabilecek durumdayız ancak şifacıların yerini dolduramayacağız. Üstad Ogmios bu durumu kolayca geçiştirmeyecektir."

Şifacılar.

Şifa büyüleri, sıradan bir büyü değildi. Bu büyüler mana ile çalışmazdı. Her büyücü mana kullanarak büyü yapabilirdi ama şifacılar mana yerine yaşam gücünü kullanırlardı.

Yaşam gücü, öz mana.

Birini iyileştirmek, kendi ruhundan bir parça vermekti. Şifacıların her büyüsü, onların yaşamından bir parçayı yok ederdi. Bu yüzden iyileştirme büyüsü, en büyük fedakarlığı gerektiren bir kutsal büyüydü.

 Bu yüzden çok az şifacı vardı. Kimse, kendi hayatını bir başkası için harcamak istemezdi. Özellikle büyü yapabilecek kabileyette olanlar için. Ama şimdi, hepsi ölmüştü.

Morgana, gözlerini ormandan kaçırdı.

Ogmios.

İmparatorluğun en karanlık figürlerinden biri. Ne düşündüğü belli olmayan, lanetli deneyler yapan, her şeyi bir satranç tahtasındaki piyonlar gibi gören adam. Onun kendisine karşı olan romantik hislerinin farkındaydı ancak bu Morganayı daha da iğrendiriyordu.

Büyücülerin ölümü, onun için yalnızca "kullanılabilir kaynakların tükenmesi" anlamına gelirdi ve bu da Morgana'yı endişelendiriyordu. Ogmios, lejyon büyücülerinin ölmesine kolayca göz yummayacaktı. Şimdi, bu savaşın sorumlusu olarak hesap vermek zorunda kalacaktı.

Bu düşünce, zihnini ele geçirirken Morgana'nın parmakları istemsizce kılıcının kabzasına gitti. Kan lekeleriyle kaplı eldivenli elleri, metale dokunduğunda soğukluk, bir an için onu yeniden gerçekliğe çekti.

Bir hata mı yapmıştı?

Dük'ün ve soyluların önün de kontrolünü kaybetmişti. Ordusunu olası bir baskına karşı hazırlıksız bırakmıştı. Askerleri soğukta, ölümün pençesinde yatarken, o soylularla yemek yemişti. Morgana ne zaman bu kadar çok hata yapmıştı?

Bundan sonra ne yapacaktı?

Morgana, yüzünü gökyüzüne kaldırdı. Sabahın ilk ışıkları, gri bulutların arasından süzülüyordu. Gecenin karanlığı henüz tam olarak yok olmamıştı.

Morgana derin bir nefes aldı, ancak göğsündeki ağırlık azalmadı. Hata. Bu kelime zihninde yankılanıyordu. Bir hata mı yapmıştı? Bunu düşünmek bile ona yabancıydı. O hata yapmazdı, yapamazdı. Yaptığı her hamle hesaplı, her kararı mantıklıydı. En azından şimdiye kadar öyleydi.

Ama bu gece… Her şey elinden kayıp gitmişti.

Bir an bile tereddüt etmemesi gereken bir anda, zayıflık göstermişti.

Morgana, yüzünü elleriyle kapatacak kadar tükenmiş hissediyordu ama bunu yapmadı. Zayıflık, kabul edilemezdi. Herkesin gözünde dimdik durmalıydı, sarsılmaz ve iradesiyle yıkılmaz olmalıydı.

Yine de gerçeği biliyordu.

Aries ortaya çıktığından beri gücünün sarsıldığını hissediyordu. O lanet adamın varlığı bile, Morgana'nın kurduğu her şeyi yerle bir etmişti. Sadece bir adam, onlarca yıldır en güçlü olarak bilinen Morgana'ya, ne kadar güçsüz olduğu gösteriyordu…

"General."

Subayın sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Adam, Morgana'nın ona döneceğini bekleyerek dikiliyordu. Soru sormuyordu. Sadece, Morgana'nın ne yapacağını görmek istiyordu.

Herkes onun bir şey söylemesini bekliyordu.

Gözlerini adamın yüzüne dikti, yorgun ama sarsılmaz bir bakış.

"Dük Harold'a haber gönderin." Sesi soğuktu, duygusuzdu. "Erzak konvoyu, en geç üç gün içinde bize ulaşmalı."

Subay başını eğerek onayladı, ancak Morgana devam etti. "Kaybedilen büyücülerin listesini çıkarın. Üstad Ogmios'a en kısa sürede haber verilecek."

Ogmios.

Bu isim ağzından çıktığında bile içi sıkıştı. O adam, bu savaşın detaylarını öğrenir öğrenmez onu sorgulamaya gelecekti. Morgana'nın başarısız olduğunu görmek için fırsat kolluyordu, biliyordu bunu. Ona hayranlıkla baktığını sanıyordu ama Morgana, Ogmios'un gözlerinin ardındaki gerçek niyeti görebiliyordu.

Bunu neden düşündüğünü bilmiyordu ama içindeki bir ses, bir gün Ogmios'un ona ihanet edeceğini söylüyordu.

Subay, sessiz bir saygıyla başını eğerek emirleri yerine getirmek için ayrıldı. Morgana yalnız kaldığında, gözlerini tekrar kampa çevirdi. Ölü bedenler kaldırılıyordu, yaralılar çığlık atmaktan yorulmuştu, hava hâlâ duman kokuyordu.

Ve Morgana, ilk defa gerçekten tükenmiş hissediyordu.

Elleri, istemsizce göğsüne gitti. Zırhının altındaki yara izleri zamanla iyileşmişti, ama ruhundaki çatlaklar her geçen gün derinleşiyordu.

Otuz yıl.

Otuz yıl boyunca imparatorluğun kılıcı olmuştu. En genç ve en güçlü general, en genç aura ustası, her zaman zafer getiren Morgana. Ama artık o kadın hâlâ var mıydı?

Düşünceleri istemsizce geçmişe kaydı.

Abisi, bir zamanlar ona ne demişti?

"Adil ve güçlü ol, Morgaine. Ama bir gün, sahip olduğun güç adaleti unutturursa, o gün kendine 'Neden savaşıyorum?' diye sor."

İlk defa, bunu gerçekten soruyordu.

Neden savaşıyordu?

Bunu hiç sorgulamamıştı. Ama Aries geldiğinden beri, bu soru kalbindeki boşlukla beraber büyüyordu.

Başını gökyüzüne kaldırdı. Gri bulutların arasından soluk bir güneş ışığı süzülüyordu. Ama karanlık, henüz tamamen yok olmamıştı. Tıpkı kendi içindeki gibi.

Adımlarını yavaşça kampın dışına, ormanın kıyısına doğru yönlendirdi. Ağaçlar hâlâ soğuk rüzgârda titriyor, sabah sisi toprağın üstünde ince bir örtü gibi duruyordu. Kaskını çıkararak saçlarını serbest bıraktı, rüzgârın soğuk dokunuşunu yüzünde hissetti. Savaşın tozunu ve kanını üzerinden atamamıştı, ama en kötüsü, içindeki ağırlıktı.

Ormanın kenarında, yan yana dizilmiş cesetler vardı. Askerlerinin, büyücülerinin, şifacılarının cansız bedenleri. Hepsi Morgana'nın emrindeydi, onun koruması altında ölmüşlerdi.

İçinde bir şeyler kıpırdadı. Acı mıydı? Öfke mi? Belki de ikisi birden. Ama gösteremedi.

Gözleri, yerde yatan genç bir adamın cesedine takıldı. Üzerindeki sembolden onu tanıdı. İmparatorluğun en parlak şifacılarından biriydi. Henüz yirmilerinin başında, hayat dolu bir çocuktu. Morgana, onu birkaç kez görmüştü. Sessiz, nazik, disiplinli biriydi. Ama şimdi, boş gözlerle gökyüzüne bakıyordu.

O an, içinden bir fısıltı yükseldi.

"Yaşama karşılık yaşam."

Şifacıların fedakârlığını biliyordu. Onlar, başkalarını kurtarmak için kendi yaşam güçlerini tüketiyorlardı. Kendi ruhlarından ödün vererek başkalarına hayat veriyorlardı. Ama şimdi hepsi ölmüştü. Onları kim kurtaracaktı?

Morgana diz çökmeden önce etrafına baktı. Onu izleyen kimse yoktu. Böyle durumlarda komutanları, gücünü gösteren bir generali, yas tutan bir insana tercih ederlerdi. Bu yüzden, her zaman otoritesini korumuş, zayıf yanlarını göstermekten kaçınmıştı.

Elini yavaşça gencin göz kapaklarına götürdü ve onları kapattı.

Bu geceyi unutmayacaktı.

Düşmanlarını unutmayacaktı. Bu baskını planlayanları, onu bu duruma düşürenleri unutmayacaktı. Eğer Aries bu işin arkasında olsaydı, onu durdurmadan ölmeyecekti. Ama bu sefer küçümsediği, üzerine fazla düşünmediği isyancılar tarafından yenilmişti.

Yine de Morgana için en büyük tehdit, Aries'ti. Onun da burada, kuzey de olduğuna emindi. Onun varlığı hâlâ bir lanet gibiydi. O adam olmasaydı, Morgana belki de çoktan emekliye ayrılmış olacaktı. Bu savaşın hiçbirine katılmayacaktı. Özgürlüğünün tadını çıkartıp, her zaman hayalini kurduğu, abisinin yaptığı gibi dünyayı gezecekti. Bilinmeyen diyarları keşfedecek ve bir gün kendi iradesiyle 8. Kademeye ulaşacaktı.

Ama şimdi, kanın ve intikamın içine hapsolmuştu.

Ayağa kalkarken, içindeki öfkeyi bastırmaya çalıştı. Kampa geri dönerken gözleri hâlâ yanan enkazın üzerine takılı kaldı.

Bu savaş bitmemişti.

Ve o, hala buradaydı. Morgana hala savaşıyordu.

Ama ilk defa, neden savaştığını gerçekten sorguluyordu.

 


Tip: You can use left, right, A and D keyboard keys to browse between chapters.