Chapter 32: Bölüm 32 – Kan, Ateş ve Gölge
Aria'nın parmakları, zarif bir hareketle ince tülün kenarına dokundu. Yavaşça, dikkatlice kaldırdı. Sanki bir perde açılıyor, Morgana'nın önünde bir sır ortaya çıkıyordu.
Ve sonra kadının yüzünü gördü.
Morgana'nın tüm vücudu aniden gerildi. Nefesi boğazında düğümlendi.
Bu imkânsızdı.
Beyaz saçlar. Ametist gözler.
Zihni, saniyeler içinde kaotik bir girdaba sürüklendi. Aries…
Her kası gerildi, nefesi kesildi. Manası, istemsizce dalgalandı. Gözleri ona yalan söylemiyordu. Bir an için nefes almayı unuttu. Sonra masadan aniden kalktı. Sandalyenin taşa çarpma sesi yankılandı.
Bütün salon bir anda sessizliğe büründü. Arkasında oturan muhafızlar ve soylular, Morgana'nın tepkisini şaşkınlıkla izliyordu. Ancak bu, bir refleks gibiydi. Yılların eğitimi ve savaş deneyimi bile bu anın önüne geçememişti.
Morgana'nın eli istemsizce kılıcının kabzasına gitti. Vücudundaki mana, kontrolsüz bir dalga halinde yayılmasıyla beraber altın kupalar titredi. Masadaki mumların alevleri aniden yükseldi ve taş duvarlar hafifçe titreşti.
Muhafızlar hemen kılıçlarına davrandı. Bir an içinde Dük Harold'un askerleri Aria'nın önüne geçerek bir savunma hattı oluşturdu.
Ancak Aria hareket etmedi.
Kadın, Morgana'yı sakin, derin ve anlam dolu gözlerle izliyordu. Bu gözler… Morgana bu gözleri tanıyordu.
Aries'in gözleriyle aynıydı. Ama… bu nasıl mümkün olabilirdi? Morgana'nın zihni kaosa sürüklendi. O gün'ü, o iblisle karşılaştığı ilk günü, o gözlere tanıklık ettiği anları hatırladı.
***
Morgana, Fior kasabasının kasvetli gökyüzüne baktığında, şehrin üzerine çöken karanlığı hissetti.
Batı eyaletlerindeki katliamların ardından Aries'in buraya yöneldiği haberi imparatorluğa ulaştığında, Morgana derin bir nefes almış, Ustası Argus'un gözlerine baktığında neyle karşılaşacaklarını anlamıştı.
Valenor'un yıkımı ve ardından gelen katliamlar... Aries'in ilerleyişi sadece bir isyan değildi. Bu, bir soykırımdı.
Onun geçtiği yerlerde şehirler düşüyor, halk toprağa karışıyor, askerler birer birer yok oluyordu. Ve şimdi… Fior'da düşecekti ama onlar, bu felaketi durdurmak için buradaydılar.
Argus, Fior'un kalın taş surlarına dikilmişti. Adamın yüzü sertti, mavi gözleri savaş meydanını tarıyordu. "Bu, şimdiye kadarki en zorlu savaşımız olacak, Morgana."
Morgana, ustasının yanında dimdik durdu. Ona inanıyordu.
Argus, İmparatorluk ordusunun baş komutanıydı. İmparator'un sağ kolu, onun iradesinin kılıcıydı. Morgana içinse o bir öğretmen, ustasıydı.
Bütün dünyaya korku salan Aries bile ustasını yenemezdi. Bunu Morgana tüm kalbiyle biliyordu. Ya da inanmak istiyordu. Ama savaş başladığında, bildiği her şey yerle bir oldu.
Fior'un kapıları titrediğinde, Morgana göğsüne yayılan o tuhaf hissi hissetti.
Bir fırtına yaklaşıyordu. Ama bu, sıradan bir savaş fırtınası değildi. Havadaki mana titreşiyordu. Ağır, ezici, boğucu bir mana.
Ve sonra o geldi.
Fior'un kapıları bir anda içeriye doğru patladı. Taş duvarlar havaya savruldu, metal kaplamalar ezildi.
O gelmişti.
Aries.
Morgana, gözleriyle gördüğüne inanamadı.
Beyaz saçları, gecenin içinde bile parlayan bir hayalet gibiydi. Ametist gözleri… Gözleri, ölümü vaaz eden iki lanetli ışık gibiydi.
Üzerin de ki kara zırhı kanla kaplıydı.
Ve etrafındaki kaosla dalgalanan mana… Bu mana değildi. Bu, bir lanetti.
Aries, Fior'un meydanına adım attığında, etrafındaki hava sanki kendi ağırlığıyla çöküyordu. Bütün askerler, onu gördüklerinde bir adım geriledi.
Morgana'nın göğsü sıkıştı.
Bu bir insan olamazdı. Ama Argus, Morgana'nın tereddüdünün aksine hareket etti.
"Şimdi!" diye bağırdı.
Lejyon saldırıya geçti. On bin asker, Fior'un içinde bir kasırga gibi Aries'e doğru aktı. Oklar havaya yükseldi. Mızraklar, kılıçlar, büyüler… Her şey ona doğru yöneldi.
Ve sonra…
Aries, sadece bir adım attı. Ve ölümler başladı.
O havaya sıçradığında, rüzgârın bile kesildiğini hissetti Morgana. Aries'in kılıcı, ölümü biçen bir fırtına gibiydi. Daha yere bile inmeden, onlarca asker paramparça olmuştu.
İlk çığlık duyuldu.
Sonra ikinci.
Sonra yüzlercesi.
Morgana bir an için hareket edemedi. Bu bir savaş değildi.
Bu bir katliamdı. Askerler birer birer düşüyordu. Aries'in gölgesi onların üzerinden geçtiğinde, kan sıçrıyor, bedenler yere devriliyordu. Argus ise savaşmaya başlamıştı.
Muhafız komutanı, tüm gücüyle atıldı. Havada parlayan devasa bir aura dalgası, Aries'e doğru savruldu. Ama Aries yalnızca ona baktı ve tek bir kılıç darbesiyle Argus'un saldırısını kesti. Morgana'nın içini bir korku dalgası kapladı. Ama bu korku, onun geri çekilmesine neden olmadı. Tam tersine, onu öne itti.
Çünkü ustası savaşıyordu. Ve Morgana, Argus'un yanında savaşmalıydı. Argus ve Morgana, Aries'in etrafını sardı. İki büyük savaşçı, bir iblisin karşısında duruyordu.
Havada kılıçlar çarpıştı. Aura dalgaları Fior'un sokaklarını parçaladı. Büyüler havada patladı. Argus hızlıydı. Morgana ölümcül bir hassasiyete sahipti.
Ama Aries…
Aries, durdurulamazdı.
Onun hareketleri bambaşkaydı. Ne insan gibi savaşıyordu ne de bir büyücü gibi. Kendi içinde bir fırtınaydı. Kendi içinde bir yıkımdı.
Morgana, saldırılarını hızlandırdı. Kılıcı, parlayan bir ışık gibiydi. Ama Aries, her darbeyi çıplak gözle izliyormuş gibi savuşturdu. Sonra hızlandı ve o an da Argus yere düştü. Bunu gören Morgana'nın nefesi kesildi. Onun yenilmez kahramanı… Argus, dizlerinin üzerine çökmüştü.
Vücudunun her noktasından kan akıyordu. Morgana, ilk defa ölüme bu kadar yakındı.
Aries ona döndü. Morgana'nın gözleri genişledi. Ölüm, ona yaklaşıyordu. Ve o an, Aries'in kılıcı aşağı indi.
Son anda, Argus'un son gücüyle savurduğu bir aura dalgası, Aries'i geri püskürttü. Ama bu, bir kaçış için zaman kazanmaktan başka bir şey değildi. Argus, Morgana'nın bileğine yapışarak onu sürükledi.
"Kaç!" diye kükredi.
Morgana direnmedi. Çünkü ilk kez bir savaşı kaybettiğini anlamıştı. Aries onları öldürmeden, Fior'dan kaçmaları gerekiyordu. Fior'un kapılarına ulaştıklarında, Morgana son kez arkasına baktı. Ve şehri, kara elf ordusunu şehir kapılarından akın etmesiyle beraber yanarken gördü.
Aries'in içinde yürüdüğü ateşi gördü. Ve Fior halkı, bir bir ölüyordu. Kadınlar. Çocuklar. Masumlar. Hepsi… ölüyordu. Ve Morgana hiçbir şey yapamıyordu. O gün, Aries onun en büyük travması oldu.
Çünkü ilk kez bir savaşı kaybettiğini anladı.
İlk kez, gerçekten korktu.
Ve ilk kez, gerçek bir iblisle karşılaştı.
O günden sonra, bunca yıldır Aries'in izini sürüyordu. Onunla savaşmıştı. Onun kanlı yolculuğunu takip etmişti. Ancak hiçbir zaman ona benzeyen başka birini görmemişti.
İmparatorlukta beyaz saçlı insanlar vardı. Ama ya ametist gözler?
Bu, yalnızca Aries'te gördüğü bir fiziksel özellikti. Hiçbir insanın mor gözleri olamazdı. Şimdi karşısında gördüğü bu kadının gözlerini görünce… Bu bir tesadüf olamazdı.
Ancak Jaksen'in bakışları tamamen farklıydı.
O, Morgana'nın gördüğünü görmüyordu. Aries'i tanımıyordu. Beyaz saçların ve ametist gözlerin ona verdiği his, bir savaş travması değil, hayranlıktı. Karşısındaki kadın… sadece güzel değildi, baş döndürücüydü. Gözleri, sanki içinde yıldızları barındıran bir gökyüzü gibiydi. Kusursuz yüz hatları, zarif duruşu, sesindeki büyüleyici melodi… Jaksen, daha önce böyle bir kadın görmemişti.
Ama aynı zamanda, garip bir çelişki de vardı.
Dük Harold kırklı yaşlarında, savaş meydanında sertleşmiş, otoriter bir adamdı. Ancak Aria… yirmilerinin sonlarında gibi duruyordu. Kadın ile kocası arasında tuhaf bir uyumsuzluk vardı. Jaksen, bu ayrıntıyı fark ettiğinde, içini rahatsız eden belirsiz bir his kapladı. Aria, Harold'a yakışmıyordu. Onun yanında sanki bambaşka bir dünyaya ait gibi duruyordu. Kuzeyli kadınlar güçlü, sağlam ve sertti. Ama Aria… bir sanat eseri gibiydi. Adeta bir rüya gibiydi…
Kimdi bu kadın? Morgana, hızla derin bir nefes aldı. Manasını geri çekti. Düşes Aria'yı Aries sanmıştı. Ama şimdi… ona dikkatlice bakıyordu.
Aria, Morgana'nın öfkesine ve manasının baskısına rağmen sakin kalmıştı. Kadının yüzü, ifadesizdi. Ancak içinde bir gizem barındıran bir gülümseme vardı.
Dük Harold sert bir sesle konuştu. "General Morgana, bu da ne demek oluyor?"
Morgana'nın parmakları, kılıcının kabzasını sıktı. Ancak yavaşça elini geri çekti. Hata yapmıştı. Soğukkanlılığını kaybetmek… onun gibi biri için büyük bir zayıflık göstergesiydi.
Gözlerini Aria'ya bir kez daha dikerek ağır bir sesle konuştu.
"…Özür dilerim."
Harold'ın kaşları çatıldı. "Özür dilemekle mi yetineceksiniz?"
Morgana, onun gözlerinin içine baktı. Şu an bir hata yaptığını kabul ediyordu. Ancak bu hata, boşuna değildi. Çünkü bu kadın… sıradan biri değildi.
"Sadece… bir yanılgıya kapıldım, Dük Harold, affedin beni."
Yavaşça Aria'ya döndü. Gözlerinin içinde ne olup bittiğini anlamaya çalıştı. Ve ilk kez, o kadından bir tepki aldı. Aria hafifçe başını yana eğdi. Sesi, büyüleyici bir fısıltı gibi havaya yayıldı.
"Yanılgılar, bazen ilginç gerçekleri açığa çıkarabilir."
Morgana gözlerini kıstı. O an, karşısındakinin bir sır sakladığını tüm benliğiyle hissetti. Bu sır, Aries ile ilgili olmalıydı. Yavaşça nefes aldı. Geri döndüğünde bunu araştıracaktı. Ama önce, bu kadının ne sakladığını öğrenmeliydi.
Buz gibi sesiyle konuştu.
"Aries… Onun hakkında ne biliyorsunuz?"
İsim, salonun içinde yankılandı. Dük Harold'un yüzü sertleşti. Aria'nın gözleri hafifçe daraldı.
Bu isim… Aria için geçmişinde kalan bir hayaletten ibaretti. Bir yankıydı. Uzaktaki bir hatıra gibi.
Ancak Morgana, başka bir sırrın olduğunu düşünüyordu. Çünkü bu benzersiz fiziksel özellikler bir tesadüf olamazdı, yalnızca bir kan bağından gelirdi.
Morgana'nın zihni hâlâ Aria'nın yüzüne saplanıp kalmışken, dışarıdan gelen yankılı bir gürültü salonun ağır taş duvarlarında titreşim yarattı. Önce boğuk bir uğultu, sonra art arda yükselen çığlıklar…
Salonun içindeki herkes irkilmişti. Muhafızlar hızla silahlarına davrandı, soylular tedirginlikle birbirlerine baktılar. Dük Harold, kaşlarını çatıp başını kapıya çevirdi.
Sonra ikinci bir gürültü duyuldu.
Morgana'nın gözleri hızla açıldı. Beynindeki karmaşık düşünceler bir anlığına silindi ve refleksleri devreye girdi. Bu bir saldırıydı.
Ağır adımlarla içeri giren bir muhafızın nefesi kesilmişti, sesi titreyerek bağırdı:
"General! Dışarıda saldırı var! Lejyonunuz…"
Morgana bir saniye bile kaybetmeden döndü, adımları sert ve kararlıydı. Jaksen de aynı anda yerinden fırladı. Gözleri hızla Morgana'ya kaydı, ne yapacağını anlamaya çalışıyordu.
Lejyonu saldırıya uğruyordu.
Salonun içinde kısa süreli bir kaos yaşandı. Kuzeyli muhafızlar hızla konuşarak durumu anlamaya çalışırken, Morgana'nın elleri istemsizce sıkıldı. Dışarı çıkmalıydı.
Ama tam o anda, Aria'nın sesi duyuldu.
"General Morgana."
Morgana irkilerek duraksadı. Kadının sesi hâlâ sakin, hâlâ ölçülüydü.
"Eğer askerlerinizi kurtarmak istiyorsanız, hemen harekete geçmelisiniz."
Aria'nın gözleri, Morgana'nın gözleriyle buluştuğunda, içinde derin bir anlam vardı. Morgana o an ne söylediğini önemsemedi. Artık tek bir şey düşünüyordu.
Lejyonunu kurtarmak zorundaydı.
Birkaç saniye içinde, Morgana ve Jaksen hızla salonu terk etti. Ağır kapılar açıldığında, soğuk gece havayla birlikte uzaktaki alevler ve çığlıklar da içeri doldu.
Ve Morgana o an gördü.
Kendi askerleri, surların dışında kan ve ateşin içinde savaşıyordu.
***
Kuzey ormanları, gece karanlığının içinde sessiz ve uğursuz bir şekilde uzanıyordu. Gökyüzü, bulutların ardında saklanan ayın soluk ışığıyla kaplanmış, keskin bir soğuk havaya hâkim olmuştu. Rüzgâr, çıplak ağaç dallarının arasında uğuldarken, kar taneleri ağır ve yavaşça süzülerek donmuş toprakla buluşuyordu.
Bu soğuk, sıradan insanlar için ölümcül olabilirdi. Ama onlar için değil. Ormanın içinde, gölgeler gibi hareket eden yüzlerce savaşçı vardı. Sessiz, disiplinli, ölümcül.
İsyancı ordusunun en seçkin birlikleri burada toplanmıştı. Renoire şövalyeleri, Kalmar baltacıları, Arnold okçuları… Her biri bu baskına katılmayı kabul etmiş, her biri savaşa hazır hale getirilmişti.
Durhain, izcilerden gelen son raporu dinlerken gözlerini önünde dizilmiş savaşçılara çevirdi. Her birinin bakışlarında bir kararlılık parlıyordu. Hepsi özel olarak seçilmişlerdi.
Yalnızca en iyiler gelmişti bu baskına.
Herkesin nefesi havada ince bir buhar oluşturuyordu. Sessizlik, anın kutsallığı kadar boğucuydu. Hiçbir savaşçı gereksiz yere kıpırdamıyordu. Sadece kılıçlarını, baltalarını ve yaylarını kontrol ediyor, her şeyi son bir kez gözden geçiriyorlardı.
Durhain, yanındaki komutanına döndü. Adamın zırhı karanlıkta bile parlayan bir ağırlık taşıyordu. Bu adam, bir zamanlar Renoire şövalyelerinin kaptanıydı. Ancak bugün, bir asi olarak kılıç kuşanıyordu.
Biraz ileride, Kalmar askerlerinin komutanı, savaşçılarına son talimatlarını fısıldıyordu. Onlar, yakın dövüş ustalarıydı. Ağır baltaları ve iri gövdeleriyle, her birinin tek başına birer fırtına gibi savaştığını bilmeyen yoktu.
Arnold okçuları ise soğuğun içinde sessizce bekliyorlardı. Onların görevi çadırları, depoları ve mühimmatları hedef almaktı. Alevli oklarını rüzgâra karşı dikkatlice hazırlıyor, çelik yaylarının iplerini kontrol ediyorlardı.
Durhain derin bir nefes aldı. Bu gece ya zafer kazanacaklardı ya da öleceklerdi.
Gallant'ın lejyonu, Larkan'ın dışında konumlanmıştı. Şehir surlarının ötesinde, geniş bir alana yayılmış büyük bir kamp kurmuşlardı. On bin kişilik devasa bir ordu, tüm düzeniyle burada duruyordu.
Gallant ordusunun temel taşı olan lejyon birlikleri, 10 bin askerden oluşuyordu. Morgananın lejyonu ise diğer lejyonlardan farklıydı, bu lejyon, Gallant'ın en elit lejyonuydu ve tamamı şövalyelerden oluşuyordu. Her biri aura kullanıcısıydı.
Ama şimdi Morgana'nın lejyonu, baskın için mükemmel bir hedefti. Zor bir hedef olsa da şartlar mükemmeldi.
Erzak depoları ve mühimmat çadırları kampın iç kısmında korunuyordu. Büyücüler için ayrılmış çadırlar da burada yer alıyordu. Büyücüler beklenmedik bir saldırıya karşı savunmasızdı.
Durhain, kampın üzerinden geçen rüzgârı dinledi. Şimdi harekete geçmek için mükemmel zamandı.
Renoire, Kalmar ve Arnold komutanları, onun yanında sessizce bekliyordu. Hepsi baskının başlamasını bekliyordu.
Durhain, nefesini tuttu. Sonra alçak bir sesle emretti:
"Başlıyoruz."
Sessizlik, aniden savaşın habercisi olan bir ölüm sessizliğine dönüştü. Arnold okçuları, gölgeler gibi hareket ederek pozisyon aldı.
Oklarının ucunu dikkatlice ateşte tutuşturdular. Okçular, nefeslerini tutarak ilk saldırı için yaylarını gerdi.
Bir an için, soğuk hava bile donmuş gibi geldi.
Ve sonra…
Durhain elini kaldırdı ve hızla indirdi.
İlk ok fırladı.
Gökyüzünü delen ölümcül bir fısıltı gibi, karanlığın içinde süzüldü. Gallant'ın nöbetçilerinden biri, henüz ne olduğunu anlayamadan boğazına saplanan okla sessizce yere yığıldı.
İkinci ok.
Bir başkası, karnına saplanan okun etkisiyle sendeledi, ardından yüzüstü kara gömüldü.
Bir süre hiçbir ses çıkmadı.
Sonra üçüncü ok hedefini ıskaladı.
Ve bir nöbetçi, ölmeden önce bağırmayı başardı:
"SALDIRI!"
Ve o anda, kaos başladı.
Arnold okçularının alevli okları, gökyüzünü bir anda aydınlattı. Alevden yıldızlar gibi gökyüzünü doldurup, kampın üzerine yağmaya başladı. İlk hedef, erzak depolarıydı. Birbiri ardına çadırları, mühimmat bölgelerini ve erzak alanlarını vuruyorlardı. Saniyeler içinde alevler yükseldi, geceyi bir ateş duvarına çevirdi.
Gallant kampı bir anda kaosa sürüklendi.
Kalmar savaşçıları ve Renoire şövalyeleri, gölgelerden fırlayarak saldırıya geçti. Baltalar ve kılıçlar havada parladı. Çıplak elleriyle adamların boğazına sarılan, baltalarını kemiklere saplayan Kalmar savaşçıları, savaşın başlangıcında düşmanı tamamen yok etmeye odaklanmışlardı.
Ve hedefleri belliydi: Büyücüler.
Onlar Gallant'ın en güçlü silahlarıydı. LejyonunOrdunun belkemiğiydiler. Ve işte bu yüzden onları daha hareket edemeden öldürmek istiyorlardı.
Ama bir hata yapmışlardı.
Bu büyücülerin çoğu altıncı kademe büyücülerdi.
Krallar kadar otoritesi olan, çoğu kişinin hayal bile edemeyeceği güce sahiplerdi.
Kalmar savaşçıları büyücü çadırlarına hızla yaklaşırken, içlerinden biri aniden gözlerini açtı. Bir şey hissetmişti.
Ve sonra…
BOOM!
Çadırın içinden, mavi bir ışık patladı.
Şok dalgası, birkaç Kalmar savaşçısını havaya savurdu. Adamlar, çığlıklarla geriye uçarken yerde yarıklar açıldı, patlamanın etkisiyle ağaç dalları kırıldı.
Sonrasında, içlerinden bir grup büyücü çadırdan çıktı. Gözleri manayla parlıyordu.
Biri ellerini kaldırdı; parmaklarının ucunda ağırlaşan havayla birlikte ateş kıvrıldı.
Biri ayaklarını yere vurdu; toprağın içinden yükselen buz mızrakları havaya fırladı.
Bir başkası avuçlarını açtığında gökyüzünde bir şimşek çaktı.
Işıklar patladı. Ateş, yıldırım, buz… Gökyüzü, sanki bir tanrı tarafından parçalanıyormuş gibi aydınlandı. Kalmar savaşçılarının çoğu doğrudan yanarak, donarak veya şimşeklerle çarpılarak öldü.
Ancak isyancılar geri çekilmedi.
Kalmar savaşçılarının en önündeki grup, ellerindeki küçük, siyah kristalleri aktifleştirdi.
Mana Baskılayıcı Kristaller.
Aniden, büyücüler çevresinde bir şeylerin değiştiğini hissetti. Büyülerini yönlendirmeye çalıştıklarında, mana havada bir anda seyreldi, büyülerinin gücü yavaşladı.
Kristaller, etraftaki manayı içine çekerek büyücülerin büyü yapmasını engelliyordu. Büyücüler panikledi.
Kristallerin sadece birkaç büyülük kullanım ömrü vardı ama bu bile büyücüleri öldürmek için yeterliydi. Kalmar savaşçıları bu boşluğu değerlendirerek öne atıldı. Ellerindeki baltalar ve kılıçlarla büyücülere saldırdılar.
Ancak büyücüler sıradan insanlar değildi.
BOOM!
Biri, yere vurarak bir dalga yarattı. Yer çöktü ve birkaç Kalmar askeri, yarığın içine düşerek kayboldu.
SWOOSH!
Bir diğeri, elini savurarak havada yüzen keskin rüzgâr bıçakları oluşturdu. Gözle görünmeyen bu bıçaklar, Kalmar askerlerinin zırhlarını ve etlerini dilimler gibi parçaladı.
Ancak şövalyeler, büyücüler kadar savunmasız değildi.
Bir Renoireli şövalye, aura kaplı kılıcını kaldırdı ve büyücüye doğru saldırdı. Aura, kılıcının ucunda dalgalanarak bir ışık bıçağına dönüştü ve havayı yararak büyücüyü ikiye biçmeye çalıştı.
Ama büyücü, o an aniden gözden kayboldu.
Baskıyı hisseden büyücü teleportasyon büyüsüyle kendisini başka bir noktaya ışınladı.
Fakat Renoireli şövalye de bir aura ustasıydı. Anında yön değiştirdi ve hızla büyücünün peşine düştü.
Bu sırada erzak deposuna saldırı başlamıştı. Renoire şövalyeleri, büyücülerle uğraşan Kalmar savaşçılarını desteklemek için, hızla kampın içine dalmış, ellerindeki meşaleleri çadırlara atıyorlardı.
Bir büyücü, hızla ellerini havaya kaldırdı. Gökyüzünde yoğunlaşan su tanecikleri bir araya geldi ve aniden bir su dalgası ortaya çıktı. Devasa bir dalga, meşalelerin üzerine çarptı.
Ancak bu bir hata oldu.
Çünkü düşman büyücüsü de pusuda bekliyordu. Kuzeyli isyancıların emrinde, Renoire krallığına ait eski Kızıl Büyü Kulesinin yıkımından hayatta kalmayı başarmış bir kızıl cübbeli büyücü, bu fırsatı kaçırmadı.
Ellerini açarak büyüyü kendi üzerine çekti ve bir anda su dalgasını kontrol altına aldı. Büyücü, Gallant büyücüsünün büyüsünü tersine çevirdi ve suyu bıçak gibi keskin, ince buz parçalarına dönüştürdü.
Ve ardından buz parçalarını havaya fırlattı.
Gallant büyücüsü gözlerini büyüterek buzun kendisine doğru geldiğini fark etti ama kaçamadı. Keskin buz parçaları, vücuduna saplanarak onu kanlar içinde yere serdi.
Savaş kaotik bir büyü çarpışmasına dönüşmüştü.
Kamp ateş, yıldırım, buz ve auraların çarpıştığı bir kıyamet sahnesi gibiydi. Gallant askerleri hazırlıksız yakalanmıştı ve kuzeyli isyancılar onlara hiç şans vermeden saldırıyordu.
Ve o sırada, lejyona umut ışığı olan birisi, şehir kapısından atıyla dört nala yaklaşıyordu…